Mart 2024

Eski ve Yeni Arasında Kurulan Denge: İş Bankası Resim Heykel Müzesi’nin Öyküsü

Röportaj w/ XXI

Share

Teğet Mimarlık tarafından tasarlanan İş Bankası Resim Heykel Müzesi, tarihi Bodvi (Baudouy) Apartmanı’nda 29 Ekim 2023 tarihinde hizmete açıldı. İstiklal Caddesi üzerinde yer alan yapı, çok amaçlı salonu, sergi katları ve müze dükkanıyla bir kültür sanat yapısı olarak hizmet veriyor.

1907 yılına tarihlenen Bodvi Apartmanı, 1950 yılında Türkiye İş Bankası mülkiyetine geçti. 1953-2016 yılları arasında 4. Sigorta Han adıyla, bankanın Beyoğlu Şubesi olarak hizmet verdi. Bu dönemde, daha önce mağaza olarak kullanılan zemin ve birinci katlar, yapısal bir müdahaleyle banka şubesi olarak kullanılmak üzere dönüştürüldü. 2008 yılında İş Bankası Yönetim Kurulu’nun şubeyi İş Bankası Sanat Eserleri Koleksiyonu’nun sergileneceği bir müzeye dönüştürme kararı almasının ardından, 2015 yılında başlayan projelendirme ve inşa süreçleri 2023 yılında tamamlandı.

Restorasyon çalışmalarının tamamlanmasından sonra, Türkiye İş Bankası Resim Heykel Müzesi’nin monografisi niteliğinde bir kitap yayınlandı. Feride Çiçekoğlu ve Ertuğ Uçar tarafından yazılan “Bina Bina İçinde (Building Within A Building)”, Bodvi Apartmanı’nın inşa edilişinden bugüne geçirdiği değişimini, yeniden işlevlendirme sürecini ve İstiklal Caddesi’nin dönüşümünü anlatıyor.

Teğet Mimarlık’ın kurucu ortağı Mehmet Kütükçüoğlu ve kitabın editörlüğünü de üstlenen mimar Ece Ünübol ile gerçekleştirdiğimiz söyleşide, İş Bankası Resim Heykel Müzesi’nin dönüşüm hikayesini, müdahale ve konsept kararlarını, yeni ile eski arasında kurulan dengeyi ve kitabın oluşum sürecini konuştuk.


Zeynep Güney Kişi: İş Bankası Resim Heykel Müzesi projesine 2015 yılında başlamışsınız, bundan öncesinde de muhakkak bir rölöve ve restitüsyon süreci var. Hatta İş Bankası’nın sergilenecek eserleri toplayıp Bodvi Apartmanı’nı müzeye dönüştürme fikri çok daha eskilere dayanıyor. Size bu iş ne aşamada geldi? İş Bankası’yla ilişkiler nasıl kuruldu, süreç içerisinde projeye yaklaşımları nasıldı?

Mehmet Kütükçüoğlu: Bu iş bize Yapı Kredi Bankası aracılığıyla geldi denilebilir çünkü tam o zamanlar yapmıştık Yapı Kredi Kültür Sanat’ı. Aslında mevkidaşlar; Yapı Kredi’nin inşaat emlak bölümüyle İş Bankası’nınki haberleştikten sonra İş Bankası bizi aradı.

O sırada hazırlanmış bir restorasyon projesi vardı. Ama o projede binanın tamamen yıkılarak altına bir kat daha bodrum eklenmesi öneriliyordu. Yepyeni bir betonarme bina yapılacaktı. Cephesi de bu tarz restorasyon projelerinden bildiğimiz gibi replika bir cephe olacaktı. Bizden istenen o restorasyon projesinin içini tasarlamamızdı. Tabii içinden kastım sadece sergileme tasarımı ve dekorasyon değil; teknik teçhizatı, mekâniği, elektriği de buna dahildi. Nasıl havalanacak, nasıl işletilecek belli değildi. Bizden iç mimari projesini, mühendisliklerini de geliştirerek hayata geçirmemiz istendi. Bunun üzerine gidip binayı gezdik.

Bina 1907’de yapılmış, mimarına ulaşamadık. Yine o dönemlerde yapılan Mısır Apartmanı, İstiklal Caddesi’ndeki ilk gerçek betonarme çerçeve binadır. Gerçekten elle tutulur bir strüktürel sistemi vardır. İçindeki demir donatısı kalın, kuvvetli betonarme çerçeveli, Fransız stili bir yapıdır. Bodvi Apartmanı da ona yakın bir zamanda inşa edilmiş hibrit bir yapı. Tamamen betonarme çerçeveli değil. Kolonları, kirişleri, kaset ve nervürlü tavanlarıyla hem betonarme hem de yığma sistemden destek alıyor. Yani hibrit, tam bir geçiş dönemi yapısı. Dolayısıyla teknik açıdan çok önemli bir tanık bu bina. O dönemde yapılanlar arasında en ihtişamlısı olmasa da çok muazzam bir merdiven kovası var. Hem merdiveni hem asansörü çok değerli. Bütün bunlar, bina yıkılıp yeniden yapıldığında kaybolacaktı.

Yapı Kredi Kültür Sanat’taki stratejimiz daha farklıydı ama burada yıkmadan yapmayı önerdik. Bunun da bazı zorlukları vardı. Bu bina İş Bankası tarafından satın alındıktan sonra, zemin katı ve mezanini büyük bir dönüşüme uğramış. Mimarlar Muallim Halit Femir ve Feridun Akozan tarafından bu katlar dönüştürülerek; aslında çok hoş, art deco diyebileceğimiz tarzda bir banka şubesi yapılmış. Bu arada binanın bazı kolonlarını da kesmişler. Zaten yorgun olan binayı, hali hazırdaki konstrüksiyonu da zedelendiği için o haliyle korumak pek mümkün değildi. Böyle bir dilemma karşısında bizim önerimiz şuydu: Bunu yıkmadan yapalım ama aynı zamanda da ayakta tutalım.

ZGK: Ne kadarını ayakta tutabiliriz sorusu doğuyor o zaman, değil mi?

MK: Nasıl yapılacağını belirlemek gerekiyor. Biz bu öneriyi ilk götürdüğümüzde hemen kabul görmedi tabii. Çünkü zaten beş sene harcanmıştı proje sürecinde; hazırlığı, Anıtlar Kurulu kararları, bekleme süreleriyle birlikte oldukça çalışılmış, emek harcanmıştı. Yine de kendi aramızda konuşup, bu işi kaybetme pahasına önerimizde ısrar etmeye karar verdik. Hatta son bir sunum yapalım; o sunumda aşağı yukarı bunu nasıl yapabileceğimize dair birtakım ipuçlarını da ortaya koyalım ve bu yapının yıkılmadan dönüştürülebileceği fikrini sonuna kadar savunalım dedik. Açıkçası o zamanlar, fikrimizin kabul görme ihtimali %10’dan fazla olamaz herhalde diyorduk. Ama %10 bile değerli bir orandı bizim için. Diğer yandan kabul etmeselerdi de haksızlıkla karşılamazdık.

Bizim o sunumumuzun sonunda, İş Bankası yönetimi bunu göze aldı. Hatta bütün o geçmiş beş seneyi çöpe atmış oldular ve yeniden başlandı. Çok daha masraflı ve zahmetli bir sürece girilmiş oldu. Sunumda projenin ana fikrini ortaya koymuştuk. Daha önce hazırlanan projede önerilen ancak bizim korumayı önerdiğimiz özgün kısmın altında kalan alana yeni bodrum katı yapamayacağımızı, sadece kısmi olarak ortadaki betonarme kamanın altında bodrum olacağını belirttik. Yani o alandan da vazgeçmek zorunda kaldılar. Bunları göze alarak tamam dediler.

ZGK: Önceki 5-6 senelik proje sürecini Mimar Sinan Üniversitesi’nden bir ekip yürütmüştü değil mi? Onların hazırladığı rölöve ve restitüsyon projesi üzerinden yeni bir restorasyon projesi hazırlamış oldunuz. O süreçte bir iş birliği oldu mu o ekiple?

Ece Ünübol: İlk olarak 2008 yılında İş Bankası binayı müzeye çevirme kararı alıyor. Daha sonra banka, yaklaşık 2000 parçalık sanat koleksiyonunun bakım ve onarımını yapmak üzere Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’yle anlaşıyor. Üniversitede bunun için bir laboratuvar kuruluyor ve eserlerin restorasyonu yapılıyor. Yine MSGSÜ bünyesinde Prof. Dr. İlgi Aşkun yönetiminde bir ekiple bu yapıyı kayıt altına almak ve dönüştürmek üzere iletişime geçiyorlar. Onlar da sırayla rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerini hazırlıyorlar.

MK: Onların hazırladığı rölöve ve restitüsyon çalışmalarından faydalandık ama çok girift bir ilişkiye gerek olmadı. Belki farklı bir yorum olarak, restitüsyon projesine göre zemin kattaki art deco müdahalenin korunması önerilebilirdi belki ama bence Anıtlar Kurulu kabul etmezdi. Tartışılabilir bir mesele… Sonuçta kurulda özgün haline döndürülmesi kabul edilmiş, biz de buna göre bir restorasyon projesi hazırladık.

ZGK: Restorasyon projelerinin çoğunlukla farklı disiplinlerle kolektif yürütüldüğünü görüyoruz. Ancak diğer yandan aktörlerin sayısı arttıkça fikir ayrılıkları da çoğalabiliyor. Bu proje de oldukça geniş kapsamlı ve büyük ölçekli bir çalışma. Süreç içerisinde nasıl iş birlikleri kuruldu? Çalışmayı etkileyebilecek herhangi bir sorun yaşandı mı?

MK: Tabii bu tarz bir binada çok iş bölümü, çok kolektif çaba oluyor. Mühendislik işlerinden, elektriği, mekaniği, strüktürel sistemi, akustiği, işletmesine kadar, yüzlerce insanın çabasını bir arada tutabiliyor olmak lazım. Bunda da başrol mimarda oluyor, bir orkestra şefi gibi koordinasyonu yönetmesi gerekiyor. Projenin farklı dönemlerinde farklı insanlar, ekipler çalışmaya giriyor, çıkıyor ve katkılarını sağlıyorlar. Nihayetinde tüm bu kolektif çaba birleşip bir bütün haline geliyor.

Bodvi Apartmanı kolay bir bina değildi. Sıfırdan yapılan işlerde olduğu gibi, temeli atalım, betonu dökelim, sonra da cephelerini kaplatalım diye yürüyen bir iş değil sonuçta. Hassas bir ameliyata giren doktor titizliğiyle, iğneyle kuyu kazar gibi ilerledik. O merdiven kovasını orada tutabilmek az bir iş değildi. Binayı yıkmadan ortasını boşalttık, merdiven kovasını koruduk ve iç kısma tüm yapıya hem servis verecek hem de strüktürel destek sağlayacak betonarme bir kama inşa ettik. Yani yapı içine yeni bir yapı koyduk.

Bunları yaparken özgün yapıyı ve merkezdeki merdiven kovasını olduğu gibi korumak zordu. Üstelik o merdiven yere değmiyor; zemin kat mağaza olarak yapılmış, bu nedenle merdiven bir üst kattan başlıyor. Yan tarafta, üst katlarda oturan apartman sakinleri için ayrı bir giriş vardı. O girişten ulaşılan ayrı bir merdivenle bir kat çıkılıp bu ortadaki çekirdeğe ulaşılıyor ve çekirdek bir işlev kazanıyordu. Yan girişteki merdiven binanın işlevinden dolayı tutulamadı, ama ortadaki ana merdiveni zemin kata indirdik. Dolayısıyla restorasyon çalışmaları sırasında, merkezdeki ana merdiveni koruyabilmek için havada tutmamız gerekti. Yani bütün çevresi ve altı boşaltılarak merdiven kovası askıya alındı. Bunun için 2-3 aşamalı imalatlar yapıldı. Oldukça hassas düşünmeyi gerektiren o süreçte herkes hedefe kilitlenmişti.

ZGK: Projeye başlamadan önce yapıyı gezdiğinizde neler gözlemlediniz? 4. Sigorta Han döneminde yapılan strüktürel müdahalelerin yapıya etkisi neydi?

MK: Bina ayakta duruyordu ama çok riskli bir haldeydi. Zaten dediğim gibi yorgun bir yapı. Gerçi o dönemin yapıları öyle eften püften yapılar değil, ben açıkçası güven duyuyorum o dönem yapılarına. Ama Bodvi Apartmanı hem yorulmuş hem de zedelenmiş olduğu için riskli bir durumdaydı. Hızlı bir şekilde müdahale edilmesi gerekiyordu. Ve bizim için önemli olan cepheyi arkasındaki odalarla birlikte korumaktı. Binanın konstrüksiyonunu okutan şey o düzen. Odalar yapıyı cephede “U” şeklinde sarıyor, ortada da merdivenler, aydınlıklar, tuvaletler var. Yani merkezde eskiden de servis çekirdeği olarak tasarlanmış bir yer var, onun etrafını üç cephede sarıyor odalar.

Binayı gezdiğimizde, cidarını oluşturan oda silsilesinin olduğu kısmın korunabileceğini gördük. Bir şartla; ortadaki çekirdeği, tüm binayı ayakta tutacak sağlam bir kama çakarak yeniden teşkil edeceğiz. Üstelik bu yeni yapı sadece konstrüktif olarak işlev görmeyecek, aynı zamanda çağdaş bir müzenin gerektirdiği tüm elektronik aksam da bu ortadaki, yeni inşa edilmiş çağdaş yapı tarafından üstlenilecek.

Bugün müzeye gittiğinizde görebilirsiniz, odaların içinde herhangi bir tesisat kanalı dolaşmıyor. Ortadaki çekirdek hem binayı ayakta tutuyor hem de bütün binayı havalandırıyor, ısıtıyor, iklimlendiriyor. Bütün sistem orada, o yüzden o kısımdaki tavanlar da daha alçak. Sadece çeperdeki odalara değdiği yerlerdeki nozzlelar aracılığıyla dış kabuğa da servis veriyor. Yani yeni çekirdek sadece ayakta tutmuyor, aynı zamanda odaları yaşatıyor. Bütün mekanik sistemi taşıyarak nefes almalarını sağlıyor.

Bir de bu dolaşım hattı müzecilik mekânı ile ilgili bildiğimiz birkaç tipolojiden birini de karşılıyor. Dünyada örneklerini çokça görüyoruz; odalardan odalara geçiliyor. Çoğunlukla eski saraylardan dönüştürülerek tasarlanmış müzelerde bu tipolojiyi görüyoruz. Hatta bazı çağdaş müzeler bile artık tek bir akışkan mekândan oluşmuyor. Bu tür müzelerde bir koridor olur ve o koridora açılan yan yana odalar vardır. Bu durum domestik bir yapı içerisinde, sergileme alanı sağlayan bir mekân silsilesi sunuyor.

Bizim yapıda gördüğümüz potansiyeller ve tehlikeler bunlardı. O tehlikeye karşı bulduğumuz çözüm bize aynı zamanda bir müze tipolojisi de sağlamış oldu.

ZGK: Merkezde inşa ettiğiniz yeni yapıyı tamamen ayırt edilebilir bir şekilde sunuyorsunuz. Yeni yapılanla, korunan arasındaki fark net bir şekilde görülebiliyor. Yeni yapı-eski yapı ilişkisi ve zıtlıklar üzerinden oluşturduğunu konseptinizi, tasarım kararlarınızı biraz daha anlatır mısınız? Müze ziyaretçileri için nasıl bir deneyim oluşturmayı hedeflediniz?

MK: Sonuçta yapıda bir tür çift cidar oluşturmuş olduk. Hem konstrüktif ve elektromekânik olarak hem de mekân tipi olarak bambaşka bir inşaat yaptık ve onu vurguladık. Kesitte galeriler aracılığıyla birbirine bakan, bölümlenmemiş mekânların olduğu, beyazdan siyaha geçerek rengiyle de ayrışan bir yeni yapı inşa ettik. Eski ve yeni yapıyı birbirinden ayırdık. Projenin ana fikri buydu.

Bu binanın mekân kurgusunu oluşturan şey aslında o beyaz ve siyah zıtlığı. İkisi de birbirini var ediyor, beyaz olmadan siyah olamıyor, siyah olmadan beyaz olamıyor. Sadece beyaz alanlar sergi mekânı gibi görülebilir ama siyaha boyalı yeni yapının belli kısımlarını da yine sergi mekânı olarak kullandık. Yani iki tip sergi mekânı var; bir tanesi siyah, daha basık ve birbirine açılan galerilerle kuruluyor, diğeri ise beyaza boyalı odalarla bambaşka tarzda bir mekân tipine sahip. Bir taraf daha modernistken diğer taraf daha neoklasik. Birbiriyle kontrast iki mekân tipinden bahsediyoruz. Her ikisini de kullanarak bu sergi dolaşımını kurduk. Odalardan geçilip sonunda siyah alana geliniyor, oradan öteki kanada geçiliyor. Birtakım asimetriler de var. Bazı odaların arasında kapı yok mesela. Çeperle çekirdek arasında sürekli bir geçiş var. Bu kontrast özellikle vurgulandı bu binada.

EÜ: Müzeyi gezerken ister istemez mekânsal bir oryantasyonun içinde buluyorsun kendini. Bu meselenin dışında bile olsan farkı hissedebiliyorsun. Beyaz tarafta yatay bir süreklilik hali var, siyah tarafa girdiğimizde ise bu dikey bir sürekliğe dönüşüyor. Orada binayı üç boyutlu bir yarığın içinde algılamaya başlıyoruz.

ZGK: Döşeme kaplamalarının örgüsünün bile değiştiğini fark ettim. Odalarda balık sırtı iken çekirdekte düz kaplamaya geçiyor. Ama bu sırada renk ve malzeme değişmiyor. Yapının kendisi başlı başına bir sergi unsuru haline gelmiş.

MK: Modernist bir müze mekânı ama çok büyük resimler yok burada. Dolayısıyla abstract bir müze mekânı olmaktansa bir patinesinin olması, daha önce başka türlü bir yaşanmışlığın olması da müzeye bir katman sağlıyor. Eskiden burada insanlar yaşıyordu, şimdi biz resimlere bakıyoruz. Sergilenen obje açısından baktığımızda da sır vermeyen abstract modernist mekân tipinden ziyade bu yaşanmışlık daha derin bir mekân hissi yaratıyor. Bu müzede onu yaşıyoruz. Hatta mekânların küçüklüğü bile bize bunu anlatıyor. Bu küçük ve domestik ölçekli mekânlardan birdenbire bir kamusal alana açılmak hoş karşılaşmalar yaratıyor. Tabii bazı yerlerde o sonradan eklenen panolar mekânları biraz fazla sıkıştırdı.

ZGK: Evet odaların ortasındaki panolar sabit bir eleman gibiydi duruyor.

MK: Onların olmaması lazımdı. Bizim kesinlikle karşı olduğumuz şeyler bu panolar. Burada mimarın fikri sorulmalıydı ama sorulmadı. Hayatta her şey istediğimiz gibi olmuyor maalesef.

Odaların içinde ölçek sorunları yaratıyor o panolar. Üzerindeki resimlere uzaklaşıp geriden bakmak isteseniz yeterli mesafe yok. Dolayısıyla ben şahsen doğru bulmuyorum.

ZGK: Buna müdahale edilemez miydi, sonuçta proje size ait?

MK: Ama küratör ayrı bir kişi.

EÜ: O pano kaldırılacak olursa, altındaki ahşap döşemenin rengi bile değişmiş olacak. Dolayısıyla çok mekânsal bir müdahale… Bir iz bıraktı artık oraya.

ZGK: Yeni yapının da merkezinde yer alan özgün merdiven kovasındaki kalemişi süslemeler dikkat çekiyor. Duvarlardaki patinayı makyajlamadan olduğu gibi bırakmış olmanız çok doğal bir görüntü sunuyor, diğer yandan yeni yapılanla özgün olan arasında etkileyici bir tezat oluşturuyor.

MK: Aslında o merdiven o halde bile değildi. Seneler boyunca defalarca boyanmış, biz onları kazıdık ve sonunda en alttan bu duvar resimleri çıktı. Her katta birbirinden farklılaşması bana Pompei’yi ve Ercolano’yu anımsatıyor.

Tabii o duvar resimlerini o şekilde koruyabilmek için bir ikna turu daha yapmamız gerekti. Bir yandan da bina açılışı için zamana karşı yarışıyorduk, bu nedenle kolay kararlar değildi. Ama biz bunun yapının alameti farikası olduğunu söyleyerek ısrar ettik. Binanın zirvesi burası ve bunu anlatmanın en iyi yolu da bu duvar resimlerinin korunmasıydı. Çok değerli olduğunu anlattık ve tamam dediler.

ZGK: Merdiven duvarlarındaki panolar gibi, yapıda başka sürprizlerle, özgün detaylarla karşılaştınız mı?

MK: Özellikle odaların çok ilginç olduğunu söyleyebiliriz. Bu binada bir frontalizm var; İstiklal Caddesi tarafının malzemesi bile farklı, arka taraf sıvalı iken ön cephe taş. O taş olan ön kısımdaki mekânların tavanları biraz daha özel. İstiklal Caddesi’ne bakan odaların tavanlarında diyagonal kasetler dikkat çekiyor, arka tarafta ise nervürler var.

Benim ilgimi çeken şeylerden bir tanesi de şu oldu; her katta hizalar hafifçe kayıyor. Katlardaki kirişlerin aksları birbirini tutmuyor. Bazı asimetriler var binada, bunlar bana biraz sürpriz olmuştu. Bina vakti zamanında yapılırken bir emprovizasyon olduğu muhakkak. Dolayısıyla biz onu da korumuş oluyoruz. Belki onunla ilgili bir cümle kurmuyoruz ama ileride birileri kurabilir. O dönem yapılarında belki emprovizasyon için belli bir tolerans vardı ve biz bunun örneğini korumuş olduk. Bunlar önemli şeyler…

ZGK: Kitapta üst katlara çıkıldıkça basamakların daralıp merdiven kovasının genişlediği, böylece merdivenin üstündeki ışıklıktan alt katlara doğru konik bir açıklıkla daha fazla ışık aldığı yazıyor, bu da çok özel bir çözüm değil mi?

MK: Evet alt katlara daha fazla ışık girebilmesi için merdivenin ve basamakların geometrisi her katta değişiyor. Bunlar tahmin edilemeyecek incelikler. Bu merdivenin replikasını yeniden yapmaya kalksanız böyle bir inceliği kullanamayabilirsiniz.

ZGK: Pencerelerin iç kısmına yerleştirdiğiniz panjurlardan bahseder misiniz?

MK: Dış doğramaları ahşap olarak yeniden yaptırttık ve panjurları ekledik. Normalde dışarıda kullanılan panjurları içeriye koyduk çünkü bizim için her odanın içinde bir pencere olması, eskiden içinde yaşanan bir yer olduğunu yansıttığı için önemliydi. Eskiden bu odalarda insanlar yaşıyordu; bir odada oturup müzik dinliyorlardı, diğerinde uyuyorlardı vs. Dolayısıyla içinde pencere olması bizim için önemliydi.

Diğer yandan bu durum müzecilikle çelişiyor, özellikle de resim sergiliyorsanız. Işık kontrolünü sağlayamazsanız tablolar zarar görebilir. Nasıl yapacağız diye düşününce, önüne perde çekmek ya da örtücü bir panel koymaktan ziyade panjur fikri oluştu. Pencerelerin boyutunu kapatmayan panjurların dilimlerinin arasından çok kontrollü bir şekilde sızan gün ışığı, o pencerelerin varlığını bize anlatıyor. Aynı zamanda da müzecilikle onu bağdaştıran bir detay. O yüzden kendimize o özgürlüğü tanıdık.

ZGK: Çok katlı tarihi bir binanın içine yeni bir konstrüksiyon inşa etmek oldukça zorlayıcı olmalı. İnşaat aşamasında, askıya alma ve çekirdeği aşağıya sarkıtarak kısmi bir bodrum inşa etme sürecinde strüktürel olarak, komşu yapılarla ilişkide ya da yalıtım açısından bir sorun yaşadınız mı?

EÜ: Uygulama aşamasında süreci zorlayan bir şey olmadı. Zemin suyu ise İstanbul’un her yerinde sorun olabiliyor ama biz fazla sıkıntı yaşamadık o konuda.

MK: Yalıtım problemi sadece mimarinin değil, statik projenin de meselesiydi. Tabii ki riskli bir şey. Yandaki Garibaldi binasının da bodrumu var, dolayısıyla yan yana bu bodrumları inşa etmek, iki binanın inşaatı birbirini etkilediği için kolay değildi. Ama bunlar beklentiler dahilinde olan şeylerdi. Kuyu temel yapılırken izolasyonla ilgili önlemler alındı ve süreç genel olarak tasarlandığı şekilde ilerledi. Büyük bir sürpriz olmadı. Olmaması için de önden bayağı düşünülmüştü. Ön hazırlığı detaylı yapıldı.

ZGK: Tüm bu projelendirme ve uygulama aşamalarından sonra kitap fikri nasıl ortaya çıktı? Feride (Çiçekoğlu) Hanım kitap sürecine nasıl dahil oldu?

MK: Feride benim çok eski bir arkadaşım. Her zaman bizim için çok ilham verici bir insan olmuştur. Biz de arada bir mimarlık disiplinini hatırlatan insanlar olarak ona iyi geliyoruz diye düşünüyorum. Bir araya geldiğimizde tekrar mimarlık havaları esiyor, Feride tekrar sanki yuvasına geri dönüyor, sonra yine ayrılıyor ve sinemayla uğraşıyor gibi… Onun için de güzel bir es oluyor diye düşünüyorum. Bu ilk iş birliği değil tabii, bienalde, akademik hayatta ortak çalışmalarımız oldu, Ertuğ’un yazı dünyasıyla ilgili birtakım işlerinde birlikte çalıştılar. Dolayısıyla uzun senelere sahip bir ilişkimiz var Feride’yle…

Yapı Kredi’ye de yapmıştık bir kitap. İki kültür sanat kurumunun da kendi yayın kolu var. Dolayısıyla buna da kitap yapmamız bekleniyordu. İş Bankası da böyle bir girişime oldukça açıktı, dolayısıyla kitap fikri otomatikman oluştu.

Nasıl bir kitap olabileceğini aramızda tartıştık. Hatta o sıralar ben Murat Gülsoy’un yeni çıkan kitabını okumuştum ve çok hoşuma gitmişti; Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi. Aslında bir kurgu ama aynı zamanda yarı belgesel; Vasıf diye bir insan yok gerçek hayatta ama onun dışında anlattığı bütün Cumhuriyet Dönemi ressamları, hatta bütün mekânlar ve olaylar gerçeklere dayanıyor. Konusu da müzeyle çok alakalıydı. İş Bankası Resim Heykel Müzesi Osmanlı’dan gelen eserlerle birlikte daha çok Cumhuriyet Dönemi’ni sergiliyor. Dolayısıyla konu da çok örtüşüyordu. Kurguyla belgeselin neredeyse ayırt edilmeksizin iç içe geçmesi bana çok yaratıcı geldi. Biz de bu kitabı bir bina monografisi, bildiğimiz anlamda bir mimari kitap olarak hazırlamak yerine, aynı zamanda kurguyla belgeseli iç içe geçiren daha okunabilir bir formatta sunabilir miyiz diye düşündük. Murat Gülsoy kurguyu yapsa, Ertuğ belgesel tarafında olsa, Feride de bu ikisini bağlasa diyerek kitap işine giriştik. Daha önce pek örneği olmayan, yarı kurgu, yarı belgesel tadında deneysel bir şey yapmak istedik. Ancak birtakım sebeplerden dolayı maalesef Murat olamadı bizimle. Bu sefer Ertuğ konuyu belgeledi, Feride ise katmanlaştırdı meseleyi.

Ece’nin de çok büyük katkısı oldu çünkü çok az bir zamanda hazırlanması gerekiyordu kitabın. Bu fikir oluştuktan sonra sadece iki ayımız vardı. Tabii işin içinde sırf bina yok; imajlar, bağlam, İstiklal Caddesi var, Feride’nin açtığı konular var… Bir de hem İngilizce hem Türkçe olacak. Ece’nin de büyük katkısıyla bütün bunları bir arada tutabilen bir kitap yapmayı başarabildik.

ZGK: Projeleri çizimler ve fotoğraflar üzerinden incelemekle birlikte, bir de tasarımcının gözünden anlatılan metni okumak bambaşka bir kapı açıyor. Bu kitapla birlikte binayı incelemek çok keyifli. Umarım birçok kişinin kitaplığına girer.

MK: Boyutları itibariyle de aslında “ben bir mimarlık kitabı değilim, okunmak üzere varım burada” diyen bir kitap. Çok fazla bu boyutlarda mimarlık kitabı olmuyor. Genelde biraz daha büyük oluyorlar, masaya koyunca göze çarpıyorlar. Bu ise daha okuma boyutunda, plajda açıp okuyabileceğiniz, çantanızda taşıyabileceğiniz, otobüste, trende inceleyebileceğiniz bir kitap. Yani boyutu da özellikle bu düşünceyle hazırlandı.

ZGK: 2000 yılından beri Teğet Mimarlık Beyoğlu’nda. Kitapta da bahsedildiği gibi İstiklal Caddesi ve Beyoğlu sürekli bir dönüşümden geçiyor. Son 20-25 yıldaki dönüşümü siz nasıl gözlemliyorsunuz? Günümüzde caddenin tekrar kültür sanatı kucaklayan bir aks haline geldiğini söyleyebilir miyiz?

MK: Ben öncelikle İstiklal Caddesi ve Beyoğlu için “dönüşüm” kelimesini çok kullanmazdım. Beyoğlu, dokusu 19. yy. sonunda oluşmuş çok özel bir yer ve o günden bugüne o doku duruyor. Türkiye’de başka dokusunu korumuş, bu büyüklükte bir kent parçası düşünemiyorum ben, var mı? Türkiye’deki şehirler, kasabalar tarumar oldular. 3-5 küp şeker gibi ev, numune bir sokak ya da tek tük replika yapılar görüyoruz ama 19. yy.’dan bugüne, bu kadar hacimli bir kent mekânı gelemedi. O açıdan çok özel bir yer olduğunu düşünüyorum. Hatta bazı binalar yıkıldı yeniden yapıldı ama olduğu gibi kalan bir sürü bina da var.

Doku dediğimde, illa aynen duran binalar anlamında söylemiyorum, yeni yapılan binalar da devam ettiriyor o dokuyu. Tabii Odakule gibi istisnalar dışında, ki aslında o da enteresan bir sürpriz olarak çıkıyor karşımıza. Dolayısıyla ben ilk önce oradaki sürekliliği vurgulardım. Hatta şöyle derdim: Ne olursa olsun, burası yeniden küllerinden doğacaktır. Neden? Çünkü kent mekânı var.

Asıl, kent mekânını kaybettiğimiz, yıkıp yıkıp yeniden yaptığımız yerlerde dikiş tutmuyor bir türlü. Taksim ya da Beşiktaş Meydanı gibi… Siyasi erk de hep ilk önce oralara el atmaya çalışır, yıkar yapar ama dikiş tutmaz bir türlü. Burası ise hasbelkader, belki biraz da acı olaylardan dolayı günümüze kadar gelebilmiş. Buraların sahipleri kovulmuş bu ülkeden, sonrasında da işgaliyelerle uzun süre kullanılmış. Yani yıkılıp yapılamamış ve günümüze kadar gelebilmiş istisnai bir yer. Yetmişlerde bir kısım “buralar batakhane oldu” diyordu, sonra yıldızı yeniden parladı, yeniden yayalaştı, birdenbire arka sokaklarıyla gençlerin, hatta toplumun her kesiminin gittiği bir yer haline geldi, alternatif bir yığın mekân açıldı, derken bir anda bütün dünyada olduğu gibi turistlere yönelik iş yerlerinin o alternatif mekânları ele geçirdiği ruhunu kaybeden bir yer haline dönüştü. Dönüşüyor ama bir inip bir çıksa da dediğim gibi mekân hala orada. O yüzden hiçbir zaman çok fazla karamsarlığa kapılmamak ve bu tür dokunuşlar yapmak lazım buraya.

Evet eskiden daha da renkliydi; o arka sokaklarda öğrenciler, şehir dışından gelenler ya da başka ülkelerden gelen herkes kendine has bir mekân bulabilirdi. Şimdi o durum biraz hasar aldı, tek tipleşme oldu. Eskiden burada sinemaya da giderdik, kitapçılar da vardı. Yavaş yavaş her yer kahve, dönerci ya da nargileci oldu. O açıdan baktığımızda, bu tarz müze ve kültür sanat yapıları bir ihtiyaç haline geldi. En azından çeşitlilik için bir takım çıpa mekânlar olması değerli. Tabii bunlar tek başına da kurtarıcı olamazlar. Düşünsenize bütün cadde kültür sanat olsa bu da tahammül edilmez bir hale gelirdi.

Eskiye göre değişti ama bu bütün dünyada böyle; bir yer ilk önce keşfediliyor, daha alternatif bir hayat başlıyor, belki insanların, özellikle de lokallerin hoşuna giden bir şekilde yeniden canlanıyor, derken turizm geliyor, her taraf mağaza, hamburgerci, kahveci doluyor. Yani tüm dünyada olan şey buraya da sirayet etti. Sonuçta mekân orada, devam etmek gerekiyor.

Bir de bu tarz yerlerin programına bakmak lazım. Hassas bir belediye olsa, her tarafın kahve olmasına izin vermeyelim, biraz çeşitlilik olsun derdi. Ama öyle hassas yönetimler de yok maalesef. Hayat bir şekilde hüküm sürüyor burada ve hayat turizm diyorsa turizm oluyor. O esnada da yavaş yavaş, bu mekânları yapa yapa belki bir miktar derinleştirebiliyorsun programın içeriğini.

ZGK: Yine İstiklal Caddesi üzerindeki Yapı Kredi Kültür Sanat’a dönecek olursak, o tamamen dışa dönük bir yapıyken, bu bina ise sürprizi içinde gizliyor. İki yapı arasındaki ilişkiyi ve bu farklılığı anlatır mısınız?

MK: Bu binayla Yapı Kredi Kültür Sanat birbirine çok yakınlar, program olarak da benziyorlar. Gerçi daha derinden bakarsak birisi koleksiyonu belli bir müze, ötekisi ise bir kültür sanat merkezi. Mekânsal olarak baktığımızda ise İş Bankası Resim Heykel Müzesi, İstiklal Caddesi’yle tek cephe üzerinden ilişki kuruyor, Yapı Kredi’nin ise biri caddeye diğeri meydana bakan iki cephesi dikkat çekiyor.

Yapı Kredi’nin binası 20. yy. ortasına ait, tipik Avrupai, neo-rasyonalist bir yapı. Aslında tescilli olmadığı için onu korumamızla ilgili bir mecburiyet de yoktu. Ama biz onu hem korumayı hem de radikal bir şekilde dönüştürmeyi seçtik. Bina tescilli olsa dokundurtmuyorlar, değilse “yık bunu” diyorlar; biz ikisinin ortasını yaptık. O yüzden iki yapı arasında, Bodvi Apartmanı tescilli olduğu için, bir tavır farklılığı da var.

Yapı Kredi Kültür Sanat içini boşaltarak yaptığımız bir yapı oldu. Aslında ilk başta sadece döşemelerini kırarak, dolunun içine boşluklar açarak yapmayı düşünüyorduk ama beton örnekleri alındıktan sonra binanın çerçeve sisteminin çok dayanıksız olduğu, betonunun iyi olmadığı ortaya çıktı. Dolayısıyla içini boşalttık. Cepheleri biraz da bürokratik meselelerden dolayı tuttuk. Sonuçta bir koruma projesiydi. O cepheler bize üç boyutlu bir grid tanımlıyordu. Cephede kat hizaları ve pencere ritimlerinin ilişkisi o neo-rasyonalist yapıyı yansıtıyordu. Biz de o üç boyutlu ritmi ve yine asimetrileri kullanarak bir tasarım yaptık. Portikosunu geri çağırdık, zamanla parçalara bölünerek yok edilen avlusunu bina içinde hacimli mekânlara dönüştürdük. Eskiden gelen bazı unsurları dönüştürerek ya da yeniden yorumlayarak kullandık. 1958’de yapılmış yapıda daha zahiri bir koruma yaptığımızı söyleyebilirim. Dolayısıyla iki yapı arasında çok farklı iki restorasyon anlayışı var.

ZGK: Sizin için yeni yapı projeleri mi yoksa eski eser mi daha cazip?

MK: Öyle bir kategorik ayrım yapılamaz. Her konunun ayrı ve yeni bir bağlam olması bizi heyecanlandırıyor. Bir tanesi var olan bir yapıyı dönüştürmek, bir tanesi ise yapılı bir yerin içinde yeni bir şey yapmak. Bomboş bir arazide iş yapıyor olduğunuzda bile, en azından doğayı dönüştürmüş oluyorsunuz. Dolayısıyla hiç öyle düşünmedim. Önemli olan, her seferinde yeni bir tip problem ve o probleme özgü yeni bir düşünce geliştirme meselesi ve bu yaklaşım bizde yüksek. O yüzden de projelerimiz birbirine benzemiyor, çok farklı teknolojide, görüntüde binalar tasarladık. Hepsi birbirinden farklı.

ZGK: Son olarak bundan sonraki işlerinizi sormak isterim. Bilkent Malatya K-12 Kampüsü projeniz devam ediyor sanırım değil mi? Yeni koruma projeleriniz var mı?

MK: Bilkent Malatya K-12 Kampüsü inşaat halinde. Enteresan bir okul yapısı oluyor. Özellikle de çoktandır üzerinde çalıştığımız, ilmek ilmek örülen bir mekân olduğu için o binayla ilgili heyecanlıyız.

Konya’daki eski bir okul ve spor salonunun yeniden işlevlendirme projesini yeni bitirdik sayılır. Birbirlerine revaklı bir avluyla bağladığımız iki yapıyı yönetim alanı, çok amaçlı salon, halka açık sergilemelerin de olduğu kamusal bir yerleşkeye dönüştürdük.

Şu anda üzerinde çalıştığımız bir koruma projesi yok. Uzun süredir farklı tip yapı teknolojileri üzerinde çalışıyorduk. Mesela Çatalhöyük’te, Türkiye’de alışılmadık derecede büyük, tamamen ahşap bir ziyaretçi merkezi yaptık. Kentsel projelerimiz var; bu aralar Sille Köyü’nde çalışıyoruz. Tüm köyü yeniden ayağa kaldırmak için alternatif bir koruma imar planı ve onun içinde Sille İlkokulu gibi bir takım pilot projeler hazırladık. Kentsel ölçekte bir koruma, geliştirme ve yeniden hayata döndürme projesi olarak ona devam ediyoruz.

ZGK: Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Yeni çalışmalarınızı merakla bekliyoruz.